29 Aralık 2010 Çarşamba

Yılbaşı Seksi

Yılbaşı kulağa hoş geliyor düşündüm de.. Bir yılbaşı yazısı yazayım dedim.
Bu sene geçen seneye göre ne kadar değişti diyorum bazen. Düşüncelerim o kadar çok değişti ki artık sayamıyorum zeynepleri. Önceki bir yazımda her değiştiğimde önceden yaşadığım şeyleri ben yapmamaışım gibi hissettiğimi yazmıştım. Şimdiyse hepsini ayrı ayrı zeyneplerde tekrar hissediyorum sanki. Öyle farklı ki. Öyle güzel ki. Öyle boktan ki.
2011e yaklaştıkça arkadaşlarımla daha da döküldük birbirimize, daha da yakınlaştık. Hepimiz sorunluyuz lan resmen. Tabi burda anlatabileceğim şeyler değil. ilk
defa bu kadar yakın olabildik birilerine karşı. Yargılanmaktan korkmadık, biliyorduk çünkü yargılanmayacağımızı. İnsan değiliz diyoruz. İnsanlar yargılar çünkü, insanlar yadırgar. Biz yapmıyoruz. Olgun muyuz bilemiyorum ama yaşımıza göre olmaması gereken durumları yaşıyoruz. Galiba büyüyoruz.
Öyle değişir ki insanlar. Öyle değişirmiş ki. Ve hiç kimse, göründüğünden daha az şey yaşamamıştır. Tahmin etmediğimiz insanlar, tahmin edemeyeceğimiz şeyler yaşamış, atlatmış olabilir. O yüzden garip bir saygı var içimde. Herşeye.
Şu an biraz hastayım. Bol bir pijama giyiyorum, ayaklarım çıplak. Burnuma baraj kursam elektrik üretirim sanırım ve vücudum yanıyor sanki. Hasta olduğumda biraz daha duygusal olurdum. Şu ansa kendimi bir filmin içindeymiş gibi görüyorum: Ne olacağını bilmiyorum ama gerçek olmadığını bildiğim garip bir sakinlik var içimde.
O şarkı var sanki kulağımda. Hangi şarkı olduğunu söylemeyeceğim. Ama her duyduğumda daha çok aşık olmamı sağlayan bir şarkı.
Aşk.. Yılbaşına aşık gireceğim. Ama bütün "belki"lerimden sıyrılmış olarak. Her gün her saat değişen bir zeynep olarak. Bu sefer olması gereken değil, gerçek zeynep olarak..
Yılbaşında Noel Baba'yla seks yaparak gireceğim. Kafamda tam oturtmadım ama böyle olacak. Belki bana bir kıyak yapar belli mi olur.

24 Aralık 2010 Cuma

If a guy's got a scar, he's got a Robin

Eğer bir erkek
-Kuantum fiziği sohbeti yapabiliyorsa
-Stephen Hawking okumuşsa
-Gözü bozuk olma ihtimalinde lens kullanmayıp gözlük tercih ediyorsa
-Küpe takmıyorsa
-Kahveyi seviyorsa
-Kahveyi şekersiz seviyorsa
-"Sakin ol" demiyorsa
-Tütün ürünleri kullanıyorsa (Bu sadece uyumluluk için :))
-Her yerinden kas fışkırmıyorsa
-Gitar çalmıyorsa
-Duman dinlemiyorsa
-blah blah blah (fiziksel kaş-göz uyumluluğu hormonlarıma bağlı değişken)

-Oha bir de hem zeki hem çalışkansa



-ASKILI PANTOLON giyiyorsa ama of

Bir Zeynepi vardır.
Beğenebileceğim erkeklerin dalga fonksiyonunu belirteyim dedim.

not: ıy çok komikmişim lan.

*Farkettim de benim sağım solum önüm arkam hiç belli olmuyor yahu. Bu maddeleri yazarken uzun uzun düşündüm resmen. Ama bunlar harbi etkileyici be, bir daha okudum da. :)

16 Aralık 2010 Perşembe

Kurgulardan en kötüsü


Kız onu seviyordu, o da kızı.. Hoş bir ilişkileri vardı. Mesafeler o kadar da önemli değildi onlar için, bir şekilde buluşurlardı. Aşıklardı.

"O noktaya geldiğinde durabilecek misin?" diye sordu kız.
"Dururum." dedi o da.
...
"Dur." dedi kız. Bu kadar ilerisi hoş olmazdı ileride her ikisi için de.
Cevap vermedi o. Duymuyor gibiydi, durmuyordu..
Gözlerine bakmadı kızın, baksaydı belki ömrü boyunca takip edecekti o gözler onu, rüyalarında. Dehşet, korku, acı vardı kızın gözlerinde.
Sadece benim ol istedim. Böyle diyecekti ona sonradan. Kendisini bırakmayacağını sanmıştı.
Bilmediği birşey vardı oysa; asıl bu yüzden bırakılacaktı.

O kız yaşadıklarını içinde tutmayı öğrendi. İnsanları bir zar parçasına duydukları saygı ile sınıflandırmamayı öğrendi. Henüz küçüktü belki yaşı ama olgunluğu öğrendi.
Sığ akıllardan açık denizlere bıraktı ruhunu..
En son baktığında kaybettiği bekaretinin değil, kaybettiği güveninin yasını tutuyordu..

14 Aralık 2010 Salı

Her Derse Bir Şarkı


Sınav haftası, ineklemeler had safhada.. Benim had safham 2 saat falan oluyor gerçi ama neyse, yarın sınavımız olmadığı için şerefine bir şarkı listesi yapmak arzusu içinde bulundum. Bir de Alfredo Eke Rainer soktu aslen aklıma :)
İlk olarak,
Matematik (ilk yazılı 80, ikinsici 76)
Astronomi (lanet olsun bu derse tamamen farklı yerlere çalışmıştım)
Fizik (ilki 30 öbüründen de pek hayır yok gibi)
Biyoloji (ilki 63 ikincisi hayırlısıyla yüksek olmalı zorunda)
Kimya (ilk yazılı 80, ikincisinden ümidim en az 85 olmalı zorunda)
Geometri (ne işliyoruz bilmiyorum)

9 Aralık 2010 Perşembe

Sıkıcı Hayatlardan Yansımalar


Bazen farkında olmadan insanların gereksiz kaygılara düştüklerini görüyorum. (kendim de dahil) Sanırım çok fazla boşluğa düşmekten oluyor bunlar, öyle olmalı. Yapacak birşey bulamadığımızda, öyle bir amaçsızlığa düşüyoruz ki önümüze ilk gelen fıttırık olayı gözümüzde büyütüp abartıp onunla uğraşmaya başlıyoruz. İşe yarıyor da, o boşluk hissi gidiyor (bende tam gitmiyor). Ama saçma sapan durumlar yüzünden saçmasapan duygular ve düşünceler içten içe psikolojimizi bozuyor.

Sanırım insanlar bunu boşluk hissine tercih ediyorlar. Etrafımda o kadar çok örneği var ki, hayatları uzanıp yatmaktan beter geçen insanlar, hiçbir sohbete konuşmaya önem vermeden biz karnımızı doyurduk ya gerisi boş mantığıyla düşünen (düşünemeyen) insanlar..

Mesela benim anneannem inanılmaz çalışkan bir kadındır, sabahtan akşama kadar ordan oraya koşar, bahçeyle uğraşır, sürekli çalışır, çalışır.. Dedemse kendi cümlesiyle "oruç tutarken bütün gün yattım ramazan boyunca evden dışarı adımımı bile atmadım valla" adamıdır. Bayramda falan ziyaret olur otururuz "ee anlat" der, sen ne anlatacağını bilemezsin rastgele bir muhabbet açarsın 2 dk sonra sıkılır dinlemez.

Neyse ne diyordum, etrafımda o kadar boş insanlardan kaynaklanan boşluk var ki bazen ben gerçekten insan mıyım diyorum. Buraya ait değilim sanki, öyle mal şeyler hissediyorum ki..

Hani bazen kitap okurken çok dalarsınız, kitabı kapattığınızda 1 sn kadar süren bir bu hayata alışamama olayı olur hani, bazen de bana herhangi bir anda birden kitabı kapatıp artık nereye aitsem ordaki yaşam formuma dönecekmişim gibi geliyor. Bu anlarda içim öyle sıkılıyor öyle sıkılıyor ki bişey yesem o an boğazımdan geçmez.

İnsanlar boşluğa düştüklerinde önemli önemsiz uğraşlar kaygılar edinir. Ben boşluğa düştüğümde iyi gelen tek şey ders çalışmak olmalı :) O da daha çok egomu tatmin ettiği için. Bir ego dürtüsü var bende, ne kadar çok şey bilirsem, öğrenirsem, anlarsam, çözersem egom tavan yapıyor.

Yine saçmalamaya başladım, yine bir boşluğa düşmeden, gidip ders çalışsam iyi olacak; malum yarın sınavlar..

27 Kasım 2010 Cumartesi

Yenilen Adamın Hikayesi

O kazanandır. Filmde, romanda, çevrede duyulan görülen hikayeler hep kazananındır, onunla ilgilidir. Hatta önce bir yenilgiye uğramış olsa bile bir şekilde sonunda yine kazanır/mutlu olur.
Peki yenilen karaktere ne olur?
Yenilen adamın hikayesi belki de o herkesin ortak hikayesi olduğu için anlatılmıyordur.
Bir kişi nasıl hayatının sonuna kadar mutlu olabilecek bir başarı/kazanç/aşk/vb elde edebilir?
Elde etmez.
Bir mutluluğun vardır, ve onun bir süresi. Hiçbir zaman "sonsuza dek mutlu yaşadılar" olmaz.
Bu karamsar, depresif bir yazı değil. Bu daha çok "sonsuza kadar mutlu olmak"tan daha önemli olan "hayatının sonuna kadar birkaç şey öğrenmek" teriminin üstüne yoğunlaşılması gerektiğini anlatıyor.
Yenilen adam sonsuza kadar mutlu olanından daha üstündür. Çünkü o gerçektir. Kusurları ve beceriksizliği, tüm farkındalıklardan arınmış bir fantazi dünyasından çıkarır kendisini. Yenilen adam yenilmeyi kabul etmiştir çünkü yenilmek yenilmek değildir. Yenilmek aptal bir mutluluğa sahip olmamaktır ve yenilen adam belki de bunu farkettikçe yenilir. Dedim ya yenilmek değildir yenilmek.
Aşk üstün değildir akıldan.
(Aklın aşktan daha üstün olduğunu söylesem de aklımı hiç hesaba katmayan aptal bir aşığım aynı zamanda.)
Yenilen adam, ah bu yenilen adamlar.
Yenilsek de kaybetsek de hep bir umut vardır değil mi? Bizi eninde sonunda mutlak mutluluğa ulaştıracaktır?
? Tabi ki umut var.
? Ama sonsuza kadar mutlu olunur mu? Mutluluğun da son kullanma tarihi olmalı. (ki var.)
Bu yüzden amaçlardan vazgeçmek lazım belki de, yada belki amacımız öğrenmek olmalı. Öğrenmek, keşfetmek, farkına varmak.. Bunlar asıl mutluluklar, bunlara sözüm yok çünkü etkisi geçmeyen mutlak mutluluk diye birşey varsa bu sadece durmaksızın araştırmak ve öğrenmekle gerçekleşebilir.
Farkında olduğumuz kadar varız.

6 Kasım 2010 Cumartesi

belkiler ve doğumgünleri.

Bugün doğumgünüm. Ve canım yanıyor.
Birkaç gündür yaptığım bütün planlar, suya düştü.

Ona "Seni seviyorum." diyecektim. Gözlerinin içine bakacaktım. Bugün. Doğumgünümde. Yapamadım.
Neden? Belki korkaklığımdan, belki de, içimde anlatamadığım garip bir boşvermişlik aklımı çeldiğinden.
O gittiğinde pişman olmak istemiyordum. Ne kadar onun beni sevmediğini bilsem de, hiçbir zaman bunu ona söylemediğim için, rahatsız edici çirkin bir belki kafama çöreklenmişti. Söyleyecektim ve belki de..
Hayır. O belkiyi susturdum, öldürdüm sandıkça o bir yerden gelip beni buluyordu. Aklım fikrim o olmuştu.
Söyleyecektim.
Stresten dudaklarımı ısırmaya hatta kanatmaya başlamıştım. Günler jet hızıyla geçiyordu resmen. Aklıma geldikçe içimde depremler oluyor, midem sanki bütün vücudumu geziyormuş gibi bulanıyordu.
Söyleyecektim.
Bir gün öncesinden bir şekilde ertesi gün müsait olup olmadığını soracaktım. Doğumgünümde söyleyecektim. Bugün. Yapamadım.
Dün sabah, tuvalette gözlerimin dolmasını engellemek için sürekli gülümseyerek baktığım kızdan zaten bildiğim şeyleri (beni sevmediğini, bir başkası olduğunu) bir daha öğrendim.
Parçalanan cam sesleri. hahhaha.
NE BEKLİYORDUM Kİ ZATEN diye sordum kendime. Demek, içimdeki, o göt beyinli belki iyice coşmuş, iyice uçmuş da ben zaten bildiğim şeyleri duyunca kalbimde elektrikler gidip geldi.
ne bekliyordum ki.
ne bekliyordum ki.
ne bekliyordum ki.
Bir HAYIR. Bunu tekrar ettim kendi kendime sınıfa çıkarken. Bütün bu planları gerçek bir HAYIR duyup içimdeki mal belkiyi yok etmek için yapmamış mıydım? Öyle mi sanmıştım?
Sınıfa çıktım. Ders boştu. Tuvalete geri gittim. Kabine girdim ve ağlamaya başladım. Muhtemelen vücudumdaki su oranını yarı yarıya düşürdüğüm için başım korkunç ağrımaya ve midem yine bulanmaya başladı. Çıktım ve aynada kendime baktım; kırmızı tonlar ağırlıkta bir surat, ne hoş. Biraz rahatlamaya çalışıp sınıfa geri döndüm.
Ve birden şöyle bir his oluştu. Belki de, o belki öldü, ve ben bu yüzden bu kadar kötü oldum.
Yine gözlerim doldu. Demek benim için çok anlam ifade ediyormuş. Ben onu küçük görmüşüm, o içimde büyümüş, büyümüş..
Söylememeye karar verdim.
İçimde kalmasından, pişman olmaktan korkuyordum ya hani, ah. Varsın bu da içimde kalsın. En azından o belkiyi öldürdüm ya. Adam gibi mutsuz olabilirim.

19 Ekim 2010 Salı

kokun.

bir yaz günü, yolunu ezberlediğim bir evin kapısında beklerken, aslında seni sevmediğimi tekrar ederek, benle her konuştuğunda dışardan duyulmasından korkar olduğum kalp atışlarımı yavaşlatmaya çalışıyordum. Yaz mevsimini hiç sevmem. Belki Antalya'da güneş çıktığında direk yaz havası gelip ilkbahar mevsimi olmadığından, belki de kasım çocuğu olmamdan, sonbahar ve kış benim için yılın en güzel, en yaşanılası zamanlarıdır.
Bir kış günündeyse, birlikte sigara içiyorduk, denize karşı, ve herşey tamamdı benim için, mutluydum, olmam gerektiği yerde, hayatım boyunca beni kendine bağlayacak olan üç şey de vardı; deniz, sigara, sen..
Şimdi, her cumartesi akşamı ve her pazar sabahı, yine denize karşı sigara içiyorum, sen yoksun, seni konuştuğum başkaları var. Ve hiçbir şey tamam değil.
"Neden olmadı?" diye sorduklarında "Ben ona aşığım, o başkasına" diyorum gülümseyerek. Tek neden bu olmayabilir tabi, güzel değilimdir, uyuşmuyorumdur seninle, yeterince iyi değilimdir senin için. Ama yine de kalbimin kırılmasının en açık nedenini yüksek sesle söyleyerek bunun üstesinden gelmeye çalışıyorum kendi çapımda.
Kalbinin kırılması nasıl birşeydir? Senin de kalbin kırık belli ki. O senin kalbini kırmış, bense kendi kalbimi kırdım. Sen benim değil kalbimi kırmak, ona dokunmadın bile. Ve ben bunu kendime tekrar ederek kırdım kalbimi.
Sen kalbinin kırıldığını dökerken yazıya, ben onları okuyarak kendi canımı acıttım. Seni düşünerek, seni hissederek, kokunu duyarak okudum her bir kelimeyi.
Ve acı çektirdim kendime.
Her sabah yanımdan geçerken nereye bakacağımı şaşırmakla birlikte dolan gözlerimi belli etmemek için gözlerimi kısıp yüzümü ekşitiyorum. Ne zaman ki gülümsemem donuyor ve buruk bir ifade yerleşyor yüzüme, acı çekiyorum.
Sesini, kokunu duymadığım zamanlar kendimde olamıyorum. Kolumuzun hafifçe birbirine değmesi kadar gerçekliğim.
Rüyamda seni görmediğim gün çok az. Bir şekilde dahil oluyorsun, bazen sadece yanımda durarak, bazen sıcaklığını hissettirerek. Geçen sene hasta olduğumda sabah kardeşim "(senin adını)" sürekli sayıkladığımı söylemişti. O zamandan bu yana ne değişti ki şimdi? Çayı hala üfleyerek içiyorum, seni hala seviyorum, ve hala korkuyorum bir kelimenden bile. En son sevgilimden ayrıldığımda bir daha kimseyle birlikte olmama kararı aldım. Biriyle beraberken, güzel bir anda, seni hatırlatan bir şarkıyla ağlamaya başlıyorsam bu senden başka biriyle olamam demektir, ve bana seni aldatıyormuş gibi hissettiren gereksiz ilişkilerle kendimi yıpratmayacağım artık.
Çaresizliğime, ergenliğime küfredip olabildiğince nefret ediyorum kendimden. Sen beni sevmiyorsun, ben niye seveyim ki? Bir senedir aynı yatakta, yatağın sağında, soluma dönüp sağ elimi yatağın boş tarafına koyuyorum. Seni düşünürken uyuyakalıyorum hep, senin sarhoşluğunla sızıyorum. Uyku tutmadığında, müzik dinleyip, "Don't Cry" çalmaya başladığı zaman ağlıyorum hala.
Şimdi o melodiyi duyuyorum, şu an bu yazıyı yazarken ellerim terliyor, bugün seni dilerken olduğu gibi. Ellerim çok terler benim, hani insanlar heyecanlandıklarında elleri terler ya o bende daha çoktur işte, ama buna rağmen soğuk olurlar hep.
Gözyaşlarım nemli ellerimi iyice ıslattı şimdi, ağlarken yazı yazmak yemek yerken kusmak kadar zor. O yüzden toparlayamamış olsam da kesiyorum burda yazıyı, ve hiçbir zaman yüzüne söyleme cesareti bulamayacağım için, terli ellerimle "Seni seviyorum" diyorum sana.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Bir Düğün Deneyimi


-Denizli'deki annemin dayısının kızının düğününe gitmek için sabahın köründe yola çıktık.

yol izlenimlerim:

*Antalta-Denizli yolunda giderken bir ara şöyle bir durum oluyor: bi tümseğe çıkıyorsunuz, inerken ilerde yol 2ye ayrılıp sonra tekrar birleşmek suretle çok fesat anlamlar meydana geliyor, tam burdan geçerken insanın rammstein-pussy söyleyesi geliyor.

*Annem yolda kulağımda kulaklığım olduğu gerçeğini reddederek kendi kendine bir sürü konuştu, ben de arada hmm dedim.

*Yolda çeşitli kroların yol vermeyip üstümüze üstümüze gelmesinin üzerine annemin korna çalınca sırıttıklarını, bunun gerçekten zevk verici bir eylem oldugunu düşündüklerini gözlemledim.

*Bazı tanker/kamyon sürücüleri çok yavaş gidiyorlar, hız yapamıyorlar ya hani, keşke dedim ben de kamyon şöförü olsaydım (şoför değil o çok saçma bence), bir sürü cd alır uzun mesafeli de yol, ooh mis.

*Tıpı kazanamazsak oluruz ne var.

*Şimdi annemle biz önde oturuyoruz diye emniyet kemeri takıyoruz ama kardeşim arkada serbest takılıyor, dedim bi kaza olsa bu çocuk küttedenek öne yapışır zaten kafasını bi uzatıyo bizim hizamıza geliyo dedim ne bencil insanlarız , hemen emniyet kemeri taktırdım çocuğa, tamam. Ama sonra bunun uykusu geldi, annem de çıkarttırdı yatsın diye ben de dehşetle ona baktım.


-Denizli'ye vardık. Saat 2buçukta nikah vardı biraz dinlenip oraya gittik ama o dinlenme bana hiç yetmedi, gece az uyumuştum zaten, baya yorgundum.

-Alt tarafı normal nikah diye pantolon+garip bi üst giyip gittiğim nikahın sosyete nikahı olduğunu önceden kestiremediğimin farkına vardım, ordaki herkesin kına gecesine gider gibi süslendiğini farkedince. Etrafta bir sürü gazeteci kameraman falan vardı hatta beni de çektiler yanlışlıkla, ama öylesine mal bir anımı yakaladılar ki dua ettim yerel tvlerde falan çıkmasın allahım lütfen amin.

-Yalnız niye herkes süsleniyo anlamadım neticesinde kıçımızı yaydık oturduk yani nedir.

-Bir de ordaki nikah memuru YEMİN EDİYORUM Kİ bence türkiyedeki bütün süpermarketlerde anons yapan kadındı. Kadın öyle alakasız yerde tonlama yapıyo falan dedim kesin tansaştaki kadına ses kaydı yaptırdılar bu karının sesi göt gibi olduğu için.

-Bir de gelin taş bişey hani sarışın mavi gözlü uzun boylu manken gibi. Damat?! şişko, siyah saçlarını memoli gibi geriye yalatmış, tipsiz, memeleri var, bi daha şişko. Hayata küstüm ya.

-Nikah bitti eve gittik ben de bişeyler yedim sonunda sonra hoppadanak dinlenemeden kuaföre gittik.

-Nasıl bi saç yaptırcam ben şimdi dedim. Benim saçlar pırasa kadar düz, ben de öyle 10bin şişe sprey sıkılmış bukleli kına gecesi saçı hiç sevmem, öyle yaptıracağıma apaçi bir kurbağayla yiyişirim beybi o derece. Neyse saç diyoduk, dalgalı olcaksa böyle hafif, sprey-jöle olmayan iri dalgalar makbuldur, ama o model de benim saçımda 15 dk duracağı için dedim fön olsun (hiçbişey farketmeyecekti sonuçta saçım dümdüz ama maksat beleşe saç yaptırmış olmak yengem ödüyodu da)

-Kuaförcü(kuaförcü ama. vay anasını) taktı bana kafayı işte çok sönük olcan düğünde bilmemne.

-Türk kuaförleri neden saçı düz/az dalgalı olanlar kına gecesi kıvırcığı, kıvırcık olanlar düz saç yaptırmak zorundaymış gibi hissederler?

-Kadın bari içe dönük fön çekelim dedi ben de olur dedim kadın bu sefer abarttı içe dönük rulo yaptı. Haa bu arada benim saçım dümdüz, ama yüzümün sol tarafında ufacık bir tutam kıvırcık saç var onu çok seviyorum orası öyle kalsın dedim. Neyse, sonra kadın sprey sıkalım mı dedi ben de hayır dedim kadın daha da bi alındı.

-Bu arada kuafördeki insanlar benim hakkımda fatmagüle mi güllüye mi benziyo diye panel yaptılar (ikisiyle de alakam yok. fatmagül-beren saat ablamız esmer yeşil gözlü, güllü-özgü namal ablamız tombik siyah saçlı, ben kızıl/kumral saç ve beyaz ten, yok yani ne biçim insansınız ya.)

-Ordaki kadınların hepsinin beyinlerindeki görme ve algılama kısımlarında bir takım problemler olduğuna karar verdim.

-Düğüne giderken yolda uyuyacaktım nerdeyse yorgunluktan.

-Düğün Pamukkale'nin burjuva otellerinden birindeydi. Oturduğumuz masada meze niyetine yoğurt, patates püresi, kısır, zeytin, oeynir, salam, portakal dilimi, turşu vardı. (turşu salamın, patates püresi de portakal diliminin üstündeydi.)

-Annemin kuzeninin kızlarıyla mal mal fotoğraflar çekindik ve rezilliğimizle mutlu olduk. Sonrasında bu fotoğrafları hiçbiryerde yayınlamama konusunda tehditler alsam da ufukta bi feysbuk albümü olabilir haha.

-Düğün orkestrası kırmızı gece elbisesi giymiş bir fil ve arkasında baya güzel çalan müzisyenlerden oluşuyordu. Kırmızı fil önce gayet güzel nostaljik parçalar söylerken birden türk sanat musikisine geçti, millet efkarlandı, sonra tam eski dostları söylerken gerizekalı orgcunun işaretiyle "haaydi biraz hareketlenelimm" diyerekten daracık daracık sokaklara geçiş yapıldı.

-Ben sizin burjuva düğününüze. Türk düğünü değil mi hepsi oynak!

-Herkes bu sefer piste çıkıp tepinmeye başladılar. Ben de etrafta turşu yemiş insanlardan kurtulmak için piste çıkıp bir kenara geçtim, ritim falan tutar gibi yapıyorum (bir ara koptum gibi oldu ama utancımdan yazmak istemiyorum :) )

-3948758237 cm topuklarla hayattan soğudum.

-Sonunda düğün bitti ve dayımlara gidip yattık. Sabaha kadar gördüğüm abuk subuk rüyaları da yazacaktım ama bu yazı yeterince uzun oldu o yüzden susuyorum ve sonuna kadar katlananları çok seviyorum.

28 Eylül 2010 Salı

Bütün kendime güvenimi alt üst edebilen, beni bir kelimesiyle yerin dibine geçmiş gibi hissettiren o yüze bakıyorum. Bir kez daha bugün.
O yüzü görmek istemiyorum artık çünkü beni mahfediyor. Ve artık hiç mi hiç ağlamak istemiyorum. O hiç benim olmadı, belki olurdu, olsaydı.. Düşünmek istemiyorum belkileri çünkü HİÇBİR ZAMAN OLMAYACAKLAR. Ve ben artık bunları düşünüp de ağlamak istemiyorum.
Bana demişti ki sevgili senin değildir, kaybedersin.
Seni kardeş gibi görmemi istiyordun, nasıl yapardım? Nasıl kardeşim gibi görebilirdim seni, gözlerin beni mahfederken?
Sen gideceksin ve ben senin bir kelimeni duymayı bile özleyeceğim. Ama yine de gitmeni çok istiyorum artık, çünkü sesini duymak sadece üzüyor beni.
you washed me hani o şarkıdaki gibi, parmaklarından melodiler çıkarken. Ve istemiyorum artık bir daha la parade dinlemeyi.
Farkediyorum, ne kadar etkilemişsin beni, şarkı söylemek istemiyorum, hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden. Sen gülerken gülümsediğimde de gitmek istiyorum yanından.
Gittiğinde seni unutmamın çok daha kolay olacağını söylüyor herkes.
Gidersen seni unutur muyum? Gittiğin zaman tamamen çıkacak mısın hayatımdan?
Özleyeceğim ama unutacak mıyım?

21 Eylül 2010 Salı


Bugün bir kez daha, onun karşısında kendimi ne kadar çok savunmasız hissettiğimi anladım. Annesinden fırça yemiş 5 yaşındaki bir çocuğa dönüşüyorum o olduğu zaman yanımda. Utangaç ve sessiz. Onu sevdiğim için utanıyorum. Onu sevmek utandırıyor beni. Unutmuş gibi yapamıyorum, yapmak istemiyorum. Gözlerimi kaçırıyorum ondan, yüzüne bakamıyorum, utanıyorum. Rahatça gülemiyorum, rahat hissetmiyorum hiç, uzaklaşmak istiyorum mümkün olduğunca, yanında oturmak istemiyorum, bakışları bana çarptığında başka bir yere bakıyormuş gibi yaparken dilimi ısırıyorum. Gözlerimin dolmasını olabildiğince engelliyorum. Onu gördüğümde yarım kalıyor gülüşüm, buruk bir ifade kaplıyor yüzümü. Onu görmeyince içim rahat etmiyor, onu gördüğümdeyse olabildiğince uzak olmaya çalışıyorum ondan. Güneşten kızarmış yanaklarım daha da kızarıyor, bütün vücudumda hissediyorum kalp atışlarımı. Beş yaşındayken yabancılardan utandığım gibi utanıyorum ondan. Utanıyorum onu sevmekten.

13 Eylül 2010 Pazartesi

öfkeliyim ve kırgınım
blogu kapatmayı düşünüyorum. facebookda formspringde linki olan bir blogda, izleyenlerin çoğu seni tanırken, nasıl içinden geçenleri rahatça dökebilirsin ki?
hayatımda çok fazla bulut var şimdi. onlarla uğraşmalıyım.
öfkeliyim. çünkü içimde biriken öfkeyi dışa vurmaya yeni başlasam da bitirmek zorundayım.
kırgınım. çünkü olan bitenler zeynep'i etrafın anladığından daha çok kırıyor.
zeynepin gülmesi hep güldüğü anlamına gelmez. herhangi birinden daha fazla zorlanıyorum hayatta.
artık çok fazla sinirliyim. sinirimi sinirlendiğim insan-lar-dan çıkaramadığım için daha fazla sinirliyim.
ama yine etrafımdaki insanlarla gülmeye devam edeceğim. çünkü benim anlatacak, onların anlayacak kapasitesi yok.
üstü kapalı konuşmaktan, içimdeki fırtınayı buraya dökememekten bıktım artık.
başka bir blogda olabildiğince rahat konuşmak istiyorum belki de.
belki de katil olmak istiyorum. öyle sinirliyim ki. ve kırgınım. ama artık öfkem kırgınlığımdan daha fazla.
etrafınızda her zaman neşeli olan insanları ciddiye almamazlık yapmayın.
çünkü onlar hayata böyle göğüs geriyorlar. onların yöntemi bu. benim yöntemim bu.

26 Ağustos 2010 Perşembe


İnsanların bizi daima hatırlamalarını isteriz. Özellikle de sevdiklerimizin.
Ben hiç kimsenin aklından tamamen silinip gitmek istemem mesela. Özellikle de bir kişinin.
Birini uzun zamandır görmüyorsak bazen "o ne yapıyordur" şimdi diye düşünürüz ya hani . Ben hep düşünüyorum. Her zaman, aklımın bir köşesinde, onun ismi var. Ne yapıyordur? Ne düşünüyordur? Nasıl hissediyordur? Aklına geliyorum mu ki? Hiç? Biraz bile? Öylesine?
Yada rehberden bir numara bakarken ismimin üstünden öylece geçiverdiğinde kim olduğumu hatırlıyor mudur ki? Başka biriyle karıştırdığı olmuş mudur hiç?
Bu soruların olası cevaplarını hiç düşünmek istemem ama.
Çünkü bazen gerçeği bilsen de öyle değilmiş gibi senaryo yazmak güzel hissettirir. (Her zaman değil tabi.)
Onunla ilgili, ondan bahsetmek istediğim çok şey var. Aslında her kelimede ondan bahsetmek istiyorum, başka şeylerden konuşurken bile bir yandan onu düşünüyorum ve her önüme gelene ona nasıl aşık olduğumu anlatmak istiyorum.
Anlatamadığım şeyse beni sevmediği.
O kadar tuzlu, o kadar acı, o kadar ekşi ki sevmemek sözcüğü. O beni sevmiyor deyince tuzu yakıyor, acısı gözlerimi yaşartıyor, ekşisi boğazımı yakıyor. O. Beni. Sevmiyor. Yazmak bile kötü yapıyor. Terk edilmişlik kadar acı sevilmemek. Ve görünüşü bile çirkin, sevimsiz.
O yüzden başkasını sevdiğini söylüyorum. Tabi bu da doğru. Ama daha az tuzlu. Daha az ekşi. Ama birazcık daha fazla acı. Ama olsun. Başkasını sevmesi, sevimsiz gelmiyor kulağa. Ne güzel diyesi bile geliyor insanın (gelmiyor.)
Geceleri pek uyuyamıyorum, genelde tv izleyip bişeyler yedikten sonra uzanıp uzun uzun düşünüyorum. Genelde onunla ilgili düşünüyorum. Gözlerimi kapatıp onunla ilgili rüyalar gördüğümü farzederek uyuyakalıyorum.
Bazen onunla ilgili rüyalar gördüğüm oluyor. Bazen sadece bir anlığına oluyor rüyamda. Rüyalarımı unuttuğum olur bazen özellikle de ayrıntılar uyandığım anda gider aklımdan, ama onu gördüğüm rüyalarımın her ayrıntısını hatırlarım. Ve onun varlığını hissederim rüyamda hep. Sıcaklığını.
Şu an bunları neden yazıyorum hiç bilmiyorum. Belki de onun okumayacağından çok emin olduğum için diye sanırım. (Ne saçma.) Okumasın çünkü saçmalıyorum şimdi. Bu saatten sonra da ancak saçmalarım. Mesela, seni seviyorum derim.
Seni seviyorum.
Seni seviyorum.
Seni seviyorum.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

La Colère


Hani bazı insanlar olur, gerçekten hassas olduğunuz bir konuda kızdığınızda aldırmazlar, bunu arkadaşlığı bitirme noktasına getirdiğinizde ancak o zaman umurlarında olur, hatta bazen o zaman da umursamazlar (genelde bunlar ya sizin ödün vereceğinizi düşünüyordur ya da sizi cidden önemsemiyordur); kızgınlığınız hiç önemsenmez hani o kişiler tarafından, o zaman geriye yapacak ne kalır?
Sinirlerinizin sürekli yıpratılmasına izin vermek mi, yoksa olayı büyütmek mi?
Hani bazı arkadaşlar vardır, tamamen kendini düşünür ve sizden her fedakarlığı bekler, sonra da bununla ilgili konuşup güler ve bundan bahsettiğinizde zeytinyağı gibi üste çıkarlar suçlu durumuna düşersiniz.
Hani bazı arkadaşlar vardır BENCİLdirler, her zaman kendi sorunları önemlidir, onlara çözüm bulunması gerekir, ve siz sesinizi çıkarmaz, destek olursunuz hep; hiç böyle bir arkadaşınız oldu mu?
Hani bazı arkadaşlar vardır görgüsüzdürler, konuşmasını davranmasını bilmez sizi rezil ederler hep insanlara karşı,
Hani bazı kişiler vardır sinirden gözlerinizi çıkarmak istersiniz ama bazı nedenlerden dolayı bu siniri belli edemezsiniz,
Hani bazı insanlar vardır, sinirden sizi mahvederler ama şeytan tüyü vardır birşey yapmazsınız,
Ve hani bazı insanlar olur, hayatınızı farkında olmadan mahveder ama birşey bile diyemezsiniz çünkü o farkında değildir,
Ve hani bazı insanlar vardır; bütün bu insanlar yüzünden içinizde kalan siniri boşaltabileceğiniz kişilerdir onlar,
Ve belki bir gün o insan dayanamaz ve başbaşa kalırsınız öfkenizle
ve kızgınlığınızın bir hastalık gibi sizi bitirdiğini fark edersiniz
sadece kızgınlık da değil belki, belli nedenlerden dışa vuramadığınız bütün pislik duygular
sizi
kötü bir insana çevirmiştir,
bazı insanların gözünde
ve hani o insanlar önemli değildir sizin için ve umursamazsınız
ve birden "gerçekten ben kötü biri miyim?" diye düşünürsünüz
ve kızarsınız



...öfke kadınmış fransızcada

18 Ağustos 2010 Çarşamba

the man who i desire

bir erkeği istemek nasıl bişeydir?
ellerini,parmaklarının boğum kenarlarındaki kırışıklıklarını, gülümsemesini, gözlerinin kahvesini..
sırf o olduğu için istemek, salgıladığı testesterondan değil, sadece sana salgılattığı östrojenden dolayı istemek
bir yüz ifadesinin dünyanı alt üst edecek kadar istemek
yazın sıcağında bile istemek sıcaklığını, nefesini boynunda hissetmeyi istemek
başkasını düşünmeyecek kadar istemek, düşlerinde onu görecek kadar hissetmek, ve hissettikçe istemek
bir erkeği arzulamak..
parmaklarını, parmaklarının her bir boğumunu arzulamak
yandan bakınca karamel rengi görünen
yakınlaştıkça
bakmaya daha da doyamadığın kahverengi gözlerini üzerinde hissetmeyi istemek
yakın olmayı arzulamak bir erkeğe
hafifçe değmek ve irkilmek
öpmek istemek bir erkeği..
düşüncesinin heyecanlandırması
gözlerini kapatmak
ve istemek bir erkeği delicesine
her gece düşünmek
ve arzulamak bir erkeği
elini uzatmak ve hissetmek istemek onu
ve onun hiçbir zaman elinin değeceği uzaklıkta olmayacağını
bilse de
bir erkeği istemek

deliymişçesine

14 Ağustos 2010 Cumartesi

aşk


Saçımı küt kestirmek istiyorum. Rüyamda "seni seviyorum" diyecek olduğumda saçım küttü çünkü. (gerçi tam diyecekken saçımın ne kadar kötü göründüğünü düşünüp vazgeçiyordum) Of kafam darmadağın. Bir sevgilim var, benden bir yaş küçük. Gerçi pek belli olmuyor. Neyse. Beni seviyor, cidden seviyor çok aşık biliyorum. Ben onu seviyor muyum evet. Aşık mıyım ... bilmiyorum. Onunla zaman geçirmeyi seviyorum onsuzluğu da hissederim muhtemelen çünkü bana çok değer veriyor. Ama bu ilişkiyi tamamen kendim için devam ettiriyorum. Bencil olduğum için. Ama ben ilişkilerde kötü olmayı pek sevmiyorum. Yani ona kötü davranıyor muyum, eh biraz, ama sadece kendimi şımartacak kadar. Sadist duygularımı tatmin etsem onunla, vicdanım sızlardı heralde. Şu an bile sızlıyor. Kötü olmayı seviyorum ama pek beceremiyorum sanırım. İlişkilerde her zaman geyşa ruhlumsu bir halim olmuştur. Hep de haketmeyenlere. Şimdi bunu aşmaya çalışıyorum hem de cidden hak eden biriyle. Ama içimden gelmiyor napayım. İlk aşkımsa yaklaşık 9uncu ayını doldurmak üzere. Aslında onunla ilgili pek yazmak istemiyorum. Çünkü onu unutmaya çalışıyorum. Şu anda yazdığım cümlenin gerçek olmadığını bilerek yazmaya devam ediyorum. Onu unutmak istiyor muyum bunu bile bilmiyorum. Aslında istemiyorum. Ama unuttum diyorum. Unutacağım diyorum. Her neyse. Dedim ya onunla ilgili yazmak istemiyorum.

Bununla çıkmaya başladığımızdan beri 8. sınıfta uzun bir dönem hoşlandığım çocuk mesaj atmaya başladı. İnsanın cidden aklını başından alacak şeyler yazıyor, aşık olduğunu, ciddi ilişkiye başlamak istediğini, bunun benimle olmasını istediğini, kalbinin nasıl çarptığını.. falan filan. 8. sınıftayken (bu da lise 3teydi) bununla doğru dürüst bir konuşmamız bile olmamıştı, ama acayip hoşlanıyordum bundan, bir de basketçi taş birşey yani. Neyse. Bana yazdıkları pek gerçekçi gelmiyor, bunu ona söylediğimde de acayip dil döküyor ikna etmek için. Antalya'dan gitmiş, ama benim için gelecekmiş konuşmak beni ikna etmek için. Sevgilim olduğunu söyledim önemli değil beklerim dedi, zaman verelim, ama lütfen hemen hayır deme falan dedi. Ben de tamam zaman verelim ama umut vermek istemiyorum yani olmayabilir baya beklemen gerekebilir ve sonucu bile çıkmayabilir falan dedim. Tamam dedi beklerim dedi çok istiyorum gerçekten istiyorum dedi. Merak ediyorum acaba gerçekten doğru mu söylüyor diye. Denemeye değer geliyor çünkü. Ama şu ankinden bunun için ayrılmam yani. Çünkü bunu seviyorum ve gittiği kadar gitsin istiyorum. Şımartılmak da hoşuma gidiyor.

Aslında ilişkilerde böyle rahat olamam hiç, kıskancımdır, elimdekini kaçırmaktan korkarım, çok iyi davranırım, geyşa ruhluyum falan. Ama şimdi böyleyim ya, diyorum hep böyle olan kızlar var, ne güzel, ne rahat bir durum. Böyle olmamın nedeni değişmem falan değil ama. Böyleyim çünkü bunların hiçbiri bana zarar verip beni üzemez. Beni bir bakışıyla ağlatabilecek tek insanı da unuttum, unutuyorum.

Her neyse, ne diyordum, saçımı küt kestirmek istiyorum. Ama emin olamıyorum..
fotonot: My Wife Nude - Salvador Dali

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Fotoğraflar

avrupa gezisinde çektiğim fotoğraflar fotoğrafçıdan gelmiş, bir kenarda duruyor idilerdi. zelişle bir kısmını attık bilgisayara baktık falan, sonra ben öbürlerini de attım. Bu arada fotoğrafçı hani fotoları cd'lere de atıyor ya, cd'deki klasörün adı Gizem. Gizem ne lan?! Kim bu Gizem?! bu sırrı çözücem.
neyse
bazılarını paylaşayım dedim :)
Macaristan-Budapeşte'de
Almanya-Hannover'de
Almanya-Bremen'de
Macaristan-Budapeşte'de
Çek Cumhuriyeti-Prag'da bir barda :)
Avusturya-Linz'de bir kilisede. dilek tuttum mum yaktım :)
Çek Cumhuriyeti-Prag'da bir resim galerisi :) adı GODOT
Çek Cum.-Prag'da en çok bu amcayı sevdim :)
Son olarak da ben :)

18 Temmuz 2010 Pazar

gezdik ama tozmadık aman allah

evimi özlemişim. antalya'yı, şehrimi, evimi, odamı özlemişim. Kardeşim Denizli'de ananemlerin yanında, annem Ankara'da kursta, babam da hep ameliyatta olduğu için onları özlemem geçmedi aslında, ama odamı çok özlemişim meğerse...



2 haftadır Avrupa gezisindeydik, sırayla Avusturya, Slovakya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Almanya'da kaldık.



Gezi benim için kötü başladı aslında, küçük bir valizim Antalya'da kalmış, işaretlemeyi unutmuşlar, içinde bütün iç çamaşırlarım ve ayakkabılarım ve fotoğraf makinemin flaşı ve sabunum ve havlum vardı, öğretmenimiz de sağolsun valizin gönderileceği yere bir hafta sonra kalacağımız yerin adresini yazdığı için baya bir sıkıntı çektim tabi.

Avusturya'da Linz'de genellikle Türk gurbetçi öğrencilerin kaldığı bir pansiyonumsu yerde kaldık. Oda, yataklar, yastıklar, yorganlar o kadar iğrençti ki o kadar pis kokuyordu ki tişörtlerimden birini yastığa geçirmeden uyuyamadım. Banyo yapıcam havlum yok odaya da havlu koymamışlar tabi otel değil burası, indik aşağıdan havlu aldık ama havlular bizden pis :). Banyoda sabun yoktu, ben de şampuanla falan idare edemem öyle, gece gece indim aşağıya, resepsiyonda kimse yok, bakınıyodum ki parmağım kadar sıvı sabunların 1.5 € olduğunu gördüm, benden uzak allaha yakın, gittim otelin tuvaletine aldım elime pet bardağı, doldurdum sabunu, gittim odama paşa paşa yıkandım. Tabi bide alamancı tiplerin ismail ykmsı laf atmalarına bol bol maruz kaldık orda. Avusturya'da Salzburg, Linz ve Viyana'yı gezdik.

Nazi kampı gibi geçen 2 günden sonra Slovakya Bratislava'da 4 yıldızlı harika bir yerde kaldık, hani başka zaman olsa beğenmezsin o kadar, ama o alamancı pansiyonundan sonra cennet gibi geldi otel. Odalar pis kokmuyordu, yastıklar çarşaflar mis gibi kokuyordu, odaya havlu koymuşlardı ve sabun vardı! Ve orda sadece bir gün kaldık :(.

Ertesi gün öğlene kadar Bratislava'da gezdik, arkadaşlar pek beğenmediler ama ben çok sevdim, Rus romanlarında anlşatılan St.Petersburg gibi bir yerdi :)

Öğleden sonra durmak yok Macaristan'a gittik, Budapeşte'ye. Bu arada sakın Avrupa soğuk olur zımbırtılarına inanmayın, hatta benim yapmadığım bir şey yapın, gideceğiniz yerin hava tahminlerine falan bakın. Yazlıklarla birlikte baya bi kışlık alıp onları hiç giymedim, ve hep giydiğim zavallı şortum renk değiştirdi. Bir de Avrupa sinekleri cidden şerefsiiiiz arsıııız elinle vuruyosun yine gitmiyolar ve her fırsatta bulduğu boşluktan ısırıyolar, bacaklarım kırmızı noktalarla doldu.
Macaristan güzel bir yer, kaldığımız otel de güzeldi, rehberimiz 86 yaşında bozuk Türkçesiyle Clara teyzemiz de eğlenceydi, ama perili ayakkabı çekecekleri aşkına şu FORİNT de ne kardeşim? forint forint, Macaristan'ın para birimi. Sanırım 700 forint 3 euroymuş ama hesabı baya karışık bir para birimi mesela 3333forint diye birşey gördüm şalterler attı bende. Bi de kısaltması var ft diye, biz ilk başta sadece bunu gördüğümüzden "feet" gibi okuyoduk istemsiz olarak, sonra da bir espri oldu aramızda, bu 299fit'miş falan diye :)
Macaristan'da da 2 gün kaldık ve ordan Çek Cumhuriyeti'ne geçtik. Ey yüce perili ayakkabı çekeceği, sen nelere kadirsin, Prag kadar güzel bir yer zor bulunur, ama, bir tekne turuna 30 euro hangi vicdana sığar? Üstelik geriye kadar 1 hafta için sadece 150 eurosu kalmış biri için, nasıl bir katliamdır bu?..
Evet ben cidden kuruş hesabı yapan bir cimriye döndüm bu gezide. İstediğim şeyler oluyor, alıyorum, güzel şeylerse içim yanmıyor ama böyle şeylere para gidince kendimi kullanıp atılmış bir mendil gibi hissediyorum, alakası ne bilmiyorum..
Neyse, Prag cennet gibi bir yer, tabi sıcağını saymazsak ki ben saymıyorum, fevkaladenin fevkinin fevklerine çıkmış derecede güzel bir yer. Nehir olayı bitiriyor zaten, köprülere çıkıp manzarayı fotoğraflamak da cabası.. Charles Köprüsünde dilek tutmak, o dileğin gerçekten kabul edilme ihtimalinin olması ihtimalinin seni mutlu etmesi..
Birkaç saat boyunca tek başıma dolaştım Prag'da, "Souvenirs" tabelalı yerleri görmekten midesi bulanmış biri olarak, ara sokaklara daldım, birkaç sanat galerisi gezdim, sertifikalı bir çizim aldım, oranın sahibiyle "Ne olacak bu souvenirs shopların hali" muhabbeti yaptım, param yetmediği için alamadığım ve birkaç ay sonra bitecek olan sergiyle beraber kimbilir nerelere gidecek olan muhteşem çizimlere iç çekerek baktım...
(Prag'da rehberle dolaştık biraz ama açıkçası burası bu şurası şu diyerek geçilen bir turun neresi güzel, neresi bilgilendirici olabilir? Aklımda hiçbiri kalmadı desem yeridir, neyse..)
Çek Cumhuriyetindeki harika 2 günden sonra Almanya'ya gittik, Hannover'e.
Hannover'de de bizim hocanın baya bağlantısının olduğu bir hostelde kaldık bir hafta boyunca. O bir hafta da çok güzeldi, Heide Park çok güzeldi, arada bir-iki şehre de gittik ama tam hatırlamıyorum sadece Bremen'i hatırlıyorum.
Bremen'de bir ara sokakta, akordeon çalan bir amca vardı, yanına gidip ingilizce "bir parça dinletsek onu çalabilir misiniz?" diye sorduk, adam önce anlamadı, biz de aramızda başka nasıl sorsak diye konuşuyorduk ki, adam "Siz Türk müsünüz" diye sordu :)Biz de abooooo amca türk çıktı diyerekten konuşmaya başladık amcayla. Adam Bulgarmış, ama Türkçe de biliyor, ne güzel oldu, biz de amcaya La Valse d'Amelie'nin piyano versiyonunu dinlettik, ve adam çaldı! Tamam tam mükemmel bir şekilde çalmadı ama bir kez dinlediği halde -ve üstelik piyano- o parçayı akerdeonla çalması baya iyi birşey. İşte gezide en mutlu olduğum an.

İşte böyleydi gezi özet olarak. Orda yaşam şartlarımız pek kaliteli olmasa da, evime döndüğümden gayet memnun olsam da, Antalya gibisi olmasa da, o yerlerin güzelliği küçük buruk tatlı anılar olarak hafızamda kaldı..Ve belki, özleme ihtimalim yüksek..

ps 1: gezi fotoğraflarım şu anda tab ediliyor, büyük ihtimalle yarın elime geçer, o zaman onları da eklerim buraya.
ps 2: ay heyt duman
ps 3: blogu da özlemişim be :)

19 Haziran 2010 Cumartesi

Sadece.

Sürekli olarak aynı şeyleri düşünmemek lazım, hatta hiçbir zaman aynı şeyleri düşünmemek lazım.
Çocukluğumun en güzel yanı da buydu zaten, hiçbir zaman aynı şeyleri düşünmezdim. Bakkal parasının üstüyle -anneme yemekten sonra yiyeceğime dair söz verip - aldığım cipsi (hatta o zamanlar dediğim gibi "cipsi"yi) yemek yedikten sonra unutmuş olurdum çoktan. Buna unutkanlık mı dersin? Bilmiyorum, daha çok anı yaşamak gibi geliyor, yada herşeyi ille de birşeyler için yapmamak..
Unutkanlık demişken, belki de gerçekten öyleydi, ben herşeyi unuturdum, ama herşeyi. Ödevlerimi, evden çıkarken açık lambaları, yatmadan önce tuvalete gitmeyi (heralde sonuçları en kötü olan budur :D).. Saf-salak derecesine çıkardı bu unutkanlığım hatta. Mesela utanç kaynağı bir anım:
Kaçıncı sınıftaydık hatırlamıyorum :) , bir gün sınıf çayı vardı, okuldan sonra, sınıftakilerin birinin evinde. O saatler babalar işte olduğu ve işte olmayanlar da hep kadınlar var diye gelmediği için sınıf çayları bir nevi "gün"ümsü birşey olurdu. Bu durumda çocuklar ne olacaktı peki tek başlarına? Başka bir annenin evine giderdi çocuklar, başlarına bir tanıdık bırakılır, böylece bütün anneler gönül rahatlığıyla sınıf çayına (güne) gidebilirlerdi. İşte bu sistemin ilk defa denendiği zaman, bütün çocuklar o eve gitmedilerdi, o kızın en yakın arkadaşları gidiyordu, ben pek yakın sayılmazdım ama ille de gitmek istiyordum (toplu evcilik oyunları evde tv izlemekten iyidir ) üstelik o kızın evinin bahçesinde salıncak da vardı (evett) ve annem de izin vermişti (vuhuuu).
Tabi bu saflığım salaklığım yada benzeri herhangi bir özelliğimin farkında olan bir arkadaş, önce benim gitmemem için biraz uğraştı, ama ben inat ediyordum gitmek istiyordum, o da gülümseyerek (hala o gülümsemeyi hatırlarım, cidden hatırlarım ve o yaştaki birinin bu kadar sinsi olmasına şaşarım hep) dedi ki "Ama orda k..nin annesi olmicak ki o kadar çocuk başımızda biri olmadan izin vermezler orda, biz de vazgeçtik zaten gitmekten.."
Evet, ben ZeynepSenahanYıldız, buna inandım.
Ortaokula kadar insanlara her zaman inandım, her sırrımı paylaştım (o zamanlar çok da bir sır olmazdı demeyin ne entrikalar dönerdi :P) ve her türlü kandırıldım. Ortaokulda da ergenliğin verdiği birşeyle tam tersi bir şekilde mükemmel yalanlar söyledim, insanların arkasından işler çevirdim ve ortaokulda birden yakın bir arkadaşım olan o kızdan o farkında bile olmadan öcümü aldım ve o gelip benle dertleşti. Aileme çok yalan söyledim. Hepsi ortaya çıktığında da onlara sarılarak ağladım.
Ve Antalyaya taşındığımızdan beri o zeynep de gitti. Geçen sene her ne kadar şu an farkına varabildiğim aptallıklar yapmış da olsam en azından 6. 7. sınıftaki zeynep değildim.
Hala değişiyorum. 9. sınıfın başındaki Zeynep ben değildim, bahadırla çıkan zeynep de ben değildim, okulda nefretle psikopatça dolaşan zeynep de ben değildim, değildim, değildim..
Tahminlerime ve farkındalığıma bakarsak Yarıyıl Tatilinden beridir şu anki Zeynepim ben, ondan önceki hiçbir zeynep değildim, ama biliyorum ki bu zeynep de uzun sürmeyecek..
Yazıya başlarken buraya gelmeyi düşünmüyordum aslında, nasıl başlamıştım, sürekli olarak aynı şeyleri düşünmemek lazım. Ben yatıp gözlerimi kapattığımda hep aynı şeyleri düşünüyorum ve gözlerim açıkken daha karanlık olmasının nedeni bu belki. Okullar bitti ama ben servisteyken hep aynı birkaç parçayı dinliyor ve aynı şeyleri düşünüyordum. Bir yere giderken, aynı durağa yürürken durağa her geldiğimde parça listesinin gidiş sırasına göre hep aynı şarkı çalıyor olurdu, bu hoşuma giderdi hatta ilk başta, ama bazı parçalarda sadece birşey düşündüğüm ve bunu engelleyemediğim için, bunaltmaya ve psikolojimi bozmaya başladı bu aynı şarkı teranesi.
Şimdi yeterince dayak yemiş beynimi aynı bozuk kasedi cızırdayarak tekrarlamaması için geri sarıyorum, bunu radyo dinleyerek yapmaya çalışıyorum, her ne kadar radyoda hep aynı şarkılar dönüp dolaşıp çalıyor olsa bile, bilmediğim şeyleri dinlemek, sözlerini anlamamaya çalışmak iyi geliyor (bazen buna engel olamıyorum ve çok bunalıyorum, ne gerek var anlamsız bir british aksanlı r&b parçasını çevirmeye çalışmaya, sanki simultane tercümansın sa süper ceviri yapıyosun :T)
OOF şimdi bütün bu yazdıklarımı okudum da tamamen saçmalık. Ama silmiyorum yine de, yazmaya devam ediyorum, sonuçta her zaman anlamlı şeyler yazmak zorunda değilim, öyle miyim?
Rahatlamak için yazıyorum ve bu beni şu an rahatlatıyor, o yüzden devam edicim,
Bazı kişiler hep duygusal, melankolik, karmaşık, felsefi şeyler yazıyor olabilirler. Bu onları rahatlatıyorsa harika, ne diyebilirim ki, ama insan bazen saçmalayacak cesareti bulmalı kendinde.
Şu an atlet don oturuyorum, az önce kapı çaldı delikten baktım bi adam gelmiş, donla kapıyı açamayacağım için açmadım kapıyı, gidip giyinmeye üşendim, zaten spordan sonra havuza-denize girmeyecekseniz duşa da girmeye üşeniyorsanız boşveriin hiç de giyinmeyin, bide bu sıcakta evde giyinik oturalım ha? ooldu.
Spor-diyet olayını artık abartmış durumdayım, yani diyet konusunda ara ara ödünler veriyorum ama spor konusunda çok sert ve kararlıyım :). Amaaan bu olaya hiiç girmeyelim zaten.
Son cümleyi yazdığımdan beri 2 dk geçti, sadece durmak istedim biraz,
Farkına varıyorum ve farkına varmak cidden canımı acıtıyor, eski güzel anları hatırlamak sonradan kötü oluyormuş, o anların geçtiğine, o anların şimdiye kalan tek yaşanmışlığının aklımda kalan hayali yansımaları olduğuna inanmak istemiyorum. Sadece güzel anlar için değil tabi bu ama kötü anların geçmiş olması bana bir hüzün hissettirmiyor.
Onları şimdiki Zeynep yaşamadığı için olsa gerek belki, çünkü şimdiki Zeynep olduğum zamanlarda yaşadıklarımı ben yaşamışım gibi hissedebiliyorum, ama önceki yaşadıklarım sadece görüntü olarak var, bunu yaparken ne hissetmişim onu söylerken ne düşünmüşüm, hiç hatırlamıyorum. Oysa insanın aklında olaylardan çok duyguların kalması lazım değil mi? 6. sınıftaki doğumgünümden arta kalan, o gün üstüme boca ettiğim fransız parfümü sadece, ve arkadaşlarımı sırayla öperken, hoşlandığım çocuğun yanağının değmesi, ama o an ne hissettim hatırlamıyorum, o an çekilen videoyu sonradan izlediysem de, hatırlayamıyorum.. Sanki o ben değilmişim gibi, bu cidden psikolojimi bozuyor, ve böyle şeyleri sadece yalnızken düşünüyorum.
Aslında bunlar sadece önceki zeyneplere özgü, 3 gün önce sadece hissettiklerimi hatırlıyorum, mutlu olmayı hatırlıyorum, psikolojimin bozulmasını engelleyen tek şey yakın zamandaki olaylarda ne hissettiğimi hatırlayabilmem ve bunun bu Zeynepe ait olduğunu belli eden o his..
Bakışlarım bir yere takılıp kaldığında anlayın ki, ya mutlu oluyorumdur, yada kafayı yiyorum...

11 Haziran 2010 Cuma

deniz, deniz'li evim

"Bu sokak bana hep değişik ve samimi gelir. Denizin önündeki anayolla bizim evimizin baktığı yolun arasına sıkışmış bir alan var. Çok hoşuma gider. Akşamüzeri hele.. Tam dibimizdeki camiden yükselen ezan sesiyle denizin kokusu karışır, gözlerimi kapatırım.. Bazen de odamın balkonundan insanları izlerim, müzik dinleyerek.. Bugün çarşamba gerçi, pazar günleri ana-baba günü gibi oluyor. O zaman her çeşit insan olur, deniz kenarındaki banklarda.. Denizin günbatımındaki hali..."
Tarih olmayan bir yazım. Geçen sene yazmıştım sanırım, eski evimizdeyken. Okurken gözlerim doluyor. Ben o evi seviyordum. Bize gelen bir arkadaşım "ne büyük bir eviniz var" dedi, ama bu ev benim değil ki. Bu evin tapusu var bizde, ötekinin yoktu, kiraydı, ama o daha "evim"di benim. Onun her odasından baksan denizi görürdün. Benim odam hele, bir duvarı komple camdı, direk denizi görüyordu. Odamın balkonunda sallanan koltukta uyurdum, deniz meltemiyle. Ama artık deniz yok, onun yerine odam iki dev binanın arasında kalmış bir mezarlığa bakıyor. Denizim yok artık. Yok. O evdeki gibi annem gelip "kapat şu perdeleri herkes seni izliyor" demeyecek artık. Bu evdeki balkon daha büyük, sallanan koltuğumuz kaplamıyor bütün balkonu ordaki gibi, büyük bir havuza bakıyor bu balkon, ama deniz yok işte. Ben hep denizle büyüdüm, denize aşık oldum ilk. Denize aşıktım ben, deniz benim sevgilimdi, onun kokusunu içime çeker, gözlerimi kapatırdım. Her gün akşamüstü kumsalda yürürdüm, hotel california falan dinleyerek, arkadaşlarımla hep o kumsalda takılırdık, geçen seneye ait anılarımın yüzde doksanı orda geçmiştir. Sabahın 5inde zayıflayacağız diye bir arkadaşımla koşardık deniz kenarında, sonra da okulda hayvan gibi saldırırdık yemeklere. Denize karşı oturur saatlerce konuşurduk, deniz tatlı tatlı dalgalanırdı o saatlerde.. Artık sevgilim yok benim. Onu ben terkettim. Geçen yaz olduğu gibi canım sıkıldığında kumsala atamayacağım kendimi artık. Bu evde unutuyorum Antalyalı olduğumu, ordayken her camdan baktıgımda hatırladıgım şeyi..
Aslında o evde güzel anılardan çok kötü anılarım var. Öyle kötü, öyle acı ve gözyaşları kadar tuzlu anılar.. Anlatıp rahatlamama bile izin verilmeyen anılar, öyle ki yazamıyorum bile buraya. O evde kafamı yastığa gömüp ağlardım, sesim duyulmasın diye. Ama o ev benimdi yine de. Sevgilimle uyudugum, sevgilimle uyandıgım evimdi. Kahvaltımı sevgilime bakarak yaptığım evim. Deniz'li evim.
..

7 Haziran 2010 Pazartesi

Unutmak, üstesinden gelmek vb.

"odamda, yalnız
yarı karanlık ve soğuk -sadece gece lambası-
şimdi pencerem açık -her zamankinden-
kulağımda dinlemediğim bir şarkı
solumda mezarlığın sadece beyaz mermer taşları

eğer unutmak isteseydim bunu sana söylerdim
ve sonra daha çok unutmak isterdim
gelip yanıma oturduğunda susmam daha iyidi
sadece gitmemen için konuştum
çünkü güzel yanımda hissetmek seni

odamda, yorgun, yalnız
güneşin altında durmaktan başım ağrıyor
rüzgar kulaklarımda uğulduyor ve adını bilmediğim bir şarkı
solumda biraz ölüm, tatlı tatlı geliyor rüzgar
ve unutmak istediğim birşey daha, yine
uyumak istiyorum ama uyumak için fazla yorgunum
ve başım ağrıyor çünkü hep güneşin altındaydım bugün

bir fincan sigara verir misin, çünkü çok hüzünlüyüm
ve parmaklarımla şekiller oluşturmuyorum ışıkta, artık
seni hep yanımda hissetmek güzel olurdu
ama hiç gelmeyen günleri unutmaya çalışıyorum

güneşin altındayken geldiğinde susmam daha iyiydi
başım ağrıyordu ve saçmaladım -her zamankinden-
farkettin ama umrunda değildi -neden olsun ki zaten-
umutlandığım için yok edildim, kayboldum

odamdayım ve penrecem açık
yarı karanlık ve solumda birkaç ölü
kulağımda hatırlamayacağım bir şarkı
yanımda sendin, yanımda sendin..."
(tarihsiz bir şiirimdi sana)

5 Haziran 2010 Cumartesi

Sarılabileceğim kimse yok
Sarılabileceğim kim ise, o yok..
Dün gece, eğer annem pcnin başında olduğumu görüp kızarak hemen kapattırmasaydı, ilerde pişman olabileceğim birşeyler yazabilirdim.

4 Haziran 2010 Cuma

Arkadaşça Duygular

Bazen doğruları acımasızca da olsa söylemek lazım. Karşındaki en küçük olumluluktan umutlanıyorsa hele... (olumluluk diye bir kelime var mı cidden?) Ama böylesi daha iyidir, onu sevdiginiz için söylersiniz doğruları yumuşatmadan, çünkü seviyorsunuzdur onu, onun istediği gibi olmasa da...
Yakın arkadaşlarımdan biri bana uzun süredir onun hayallerinin kızı olduğumu söyledi.. Zaten bir 6 ay önce falan bana çıkma teklif etmişti, ben kabul etmemiştim, aramıza bir sogukluk girmişti, sonra ara ara bir yakın bir uzak olmaya baslamıştık. Ama ben onu öylesine bir istekle söyledigini sanmıştım bir heves olduğunu sanmıştım sadece. Bugünse okulda 1 saat boyunca konuştuk. Hoşlandığım kişilerin beni hiç sevmediğini, terk ettiğimden çok terk edildiğimi falan söyledim ona. Şaşırmış gibi göründü yada gerçekten şaşırdı bilmiyorum. "Eğer ben senin sevgilin olsaydım seni asla terk etmezdim" dedi. Güldüm. Ciddi olduğunu ve bana bu konuyla ilgili birşey söylemek istediğini söyledi. Çıkma teklifi mi etcen dedim şakayla karışık. "Hayır sadece söylicem" dedi. "Soru değil sadece söylicem."
Sonra beni sevdiğini söyledi. Benim güzel,tatlı,eğlenceli oldugumu söyledi benimle zaman gecirmenin çok güzel oldugunu söyledi. Ben güzel değilim dedim. Saçmalama dedi dışardan nasıl göründüğünün farkında değilsin falan filan dedi. O zaman neden benim sevdiğim kişiler beni sevmiyor dedim. Onlar salak dedi.
Biraz daha konuştuk. Ona her yakın davrandığımda nasıl umutlandıgını "olabilir mi acaba" diye düşündüğünü anlattı. Bana nasıl söyleyeceğinin her ayrıntısını düşündüğünü provasını yaptığını söyledi. Dün ona şakacıktan "sevgilim" diyince nasıl heyecanlandıgını anlattı.
"Herkesin bir hayallerinin kızı/erkeği olur. hep onu düşünür. Onunla çıksa ne güzel olacağını hayal eder" dedi. "Sen de benim hayallerimin kızısın" dedi.
Bana beni sevdiğini söylediği zaman bana 10 kez daha çıkma teklif etse bile hiçbir zaman kabul etmeyecegimi çünkü onu arkadaşım gibi gördüğümü söyledim. Ve şimdiye kadar imalarına kesin bir cevap vermemiş olmamın nedeninin de anlamazlıktan gelmiş olmam oldugunu çünkü onu üzmek istemedigimi söyledim. "Ama artık kesin olarak söylüyorum: hayır, çünkü daha fazla yanlış anlama sen benim çok iyi bir arkadaşımsın ve seni hep öyle göreceğim"
Üzülmüş gibi görünmüyordu hep gülümsedi, konuşmanın başından sonuna kadar. "Başkasıyla çıksam şimdi, (gerçi imkansız çünkü arasında kaldıgım 2 kişi var ama 2si de beni sevmiyor :D), üzülür müsün?" dedim.
Hayır saçmalama falan dedi. "Sonra da bu konuşma arkadaslığımızı bozmasın aramıza hiç soğukluk girmesin tamam mı?" dedi. "Tamam ama bunları bir daha söyleme bana aramız açılır" dedim. "Bu zamana kadar hayır demedin hiç, kızdın ama demedin o yüzden hep bir umut var zannettim ama artık öyle değil, Zeynep sen çok iyi bir kızsın ve okulda önemsediğim insanlardansın, aramızın bozulmasını istemiyorum o yüzden artık duygularımı bastırıcam" dedi.
"hiişt sus." dedim. Öyle duygu olmasın artık. Arkadaşlık olsun. Seviyorum seni, arkadaşım gibi. Sen de öyle yap.

3 Haziran 2010 Perşembe

Çok Gülen çok mu ağlar?

Ben bu aralar çok fazla ağlıyorum. Öyle ağlıyorum ki vücudumdaki su oranı 3/4den 1/2ye falan düştü düşecek. Şu an bunu yazarken de ağlıyorum.
Bugün son derse biraz geciktim, coğrafyacımızdan da yedim zılgıtı tabi. Normalde olsa gülerim bile birşey demem, ama bugün sırama giderken gözlerim dolmaya başladı. oturdum ve millete belli etmemeye çalışarak ağladım. Tabi herkes gördü yani. Hocanın masasına baktıgımız sınav kagıtlarını vermeye giderken hoca neden ağlıyorsun diye sordu. Ben de -gülüyorum bi yandan da ağlıyorum özürlü gibi- açıklama yapmaya çalıştıkça benden sadece "hiiiiii hiiiiii" diye ıslığa benzer sesler çıkmaya başladı. Sonra da 'duygusal bir dönemde' oldugumu söyledim. Herkes buna güldü. Hoca aşkmeşk sandı. Sınıftakiler hocadan sandı. Arkadaslarım aşkmeşk sandı. Ben de ağlamamaya çalıştıkça daha da çok ağladım. hüngür hüngür olayına girmemiştim henüz ki, önümde oturan kıza gözlerimin altının siyah olup olmadıgını sordum. Sonra da burnum kızardı, gözlerim kızardı, yanaklarım kızardı degil mi diye sordum. O da evet ama herkes agladıgında öyle olur diye aklınca teselli etti beni. Ben de zaten tipsizdim daha da çirkin oldum değil mi dedim, güldüm ve birden sesim titredi hüngür hüngür ağlamaya başladım. Kız bana şaşkın şaşkın bakakaldı.
Ders bitti servislere bindik, ben de oturdugum cam kenarında yüzümü tamamen dışarıya dönmüş ağladığımı çaktırmamaya çalışıyorum. Serviste çok az kişi var. Benzin istasyonunda durup benzin falan alıyoruz. Artık Benzinci mi diyeyim mesleği benzin pompalamak olan adam -kırmızı tişört, yaka düğmeleri açık, boyunda altın zincir, dikilmiş saçlar- bana saf saf bakıyor ben de adamın tam gözlerinin içine bakıyorum kırmızı küçülmüş gözlerimle. sonra da gözlerimi kapayıp arkama yaslanıyorum ve şakaklarımda iki el hissediyorum.
arkamı dönüyorum, bir arkadasım keyifsiz gördüğünden beni, rahatlatmak istemiş. Ona bakıp gülümsüyorum ve önüme dönüp ağlamaya devam ediyorum.
İşte böylee eve geldim ve hala ağlıyorum.
Bir yanlışlık olmalı, ben hep gülerim aslında.
Hani çok gülen çok ağlar derler ya, ben çok gülerim, o yüzden mi ağlıyorum böyle?
Dengelenmesi gerekiyor demek ki bazen
ama ben hiç böyle hissederek gülmedim ki...

2 Haziran 2010 Çarşamba

Sevgili Günlük. ve bunun gibi saçmalıklar.

Ben küçükken zeynepin günlüğü diye birşey vardı adını hatırlamadığım bir çocuk dergisinde.
Uzun kahverengi saçlarını hep tepeden toplayan tatlı bir gülümsemesi olan bir kızın fotografı vardı bir de. Onu okumak çok hoşuma giderdi ama o gerçek bir günlük değildi olamazdı da. Ondan heveslenip günlük tutmaya başlamış ama bir süre sonra bırakmıştım. Bir laptop ekranından daha küçük olan televizyonumuzun karşısına geçip boyuma uygun küçük beyaz plastik masayla sandalyeye oturup karpuz çorbası (bkz: karpuzun kabugunun dibinde kalan kısımlarının kaşıkla kazınması sonucu oluşan sulu parçacıklı yiyecek/içecek)içerken günlüğüme yazacak birşeyler arardım zeynepin günlüğüne benzesin diye. Sonra da onu tıpkı zeynepin yaptıgı gibi bir dergiye yollayacaktım çünkü gerçekten zeynep diye bir kızın olduguna inanıyordum.
Lanet olası uydurma zeynepin hayatı gercek olamayacak kadar mükemmeldi. Ve ne zaman bir hata yapsa hemen bir ders alıyor ve o yazı muhtemelen aldığı dersle bitiyordu (bkz: mutlu son)
Ne zaman etrafta yardıma bir şekilde ihtiyacı olan biri olsa hemen yardımına koşardı bu zeynep. Mesela fakir bir arkadası mı var hemen bütün okulu örgütlüyor herkes bu fakir kişiye eski kıyafetlerini bilmemnelerini kutu kutu gönderiyordu babasına iş buluyorlardı falan. Ve o gün de bir iyilik yapmış olmanın verdiği rahatlıkla mışıl mışıl uyuyordu zeynep.
Zeynepin herşeyi mükemmeldi ama teorideydi herşey. Zeynep gercek degildi olamazdı da. Zeynep aynı hayatı bu dünyada yaşayamazdı.
İşte bunu farkettiğim bir ara (bkz: ergenliğe geçiş) hep yaptıgı iyiliklere ve çok seveninin olmasına özendigim zeynep dergideki sayfasından göz kırptı bana "ben aslında yoooğum" dercesine.
o zeynepin kusuru yoktu benimse vardı, ama ben ondan daha üstündüm çünkü ben hayattaydım.